18 Kasım 2010 Perşembe

Kamalizm

İstihbaratımıza nazaran, Atatürk'ün taşıdığı Kamal adı Arapça bir kelime olmadığı gibi Arapça "Kemal" kelimesinin delalet ettiği manada da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen özadı, Türkçe "ordu ve kale" manası olan Kamal'dır.

İmza: Anadolu Ajansı bülteni, 4 Şubat 1935.

Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılap yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır.

İmza: CHP Dersim milletvekili Feridun Fikri Bey, Yenigün gazetesi, 1923.

Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. Biz, faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz.

İmza: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk Yurdu dergisi, 1930.

Rusya'da nasıl komünizm, İtalya'da nasıl faşizm varsa, bizde de Kemalizm olmalıdır.

İmza: Ali Naci Karacan, İnkılap gazetesi, 2 Kanunuevvel 1930.

Kamalizm yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.

İmza: CHP Edirne milletvekili Şeref Aykut, "Kamalizm-CHP Partisi Programının İzahı" isimli kitap, 1936.

Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova'nın yığın terbiyesi metodları, devletçi Türk iktisatçılığı için de faşizmin korporasyon metodları benimsenmelidir.

İmza: Falih Rıfkı Atay, "Faşist Roma, Kemalist Turan" adlı kitabının önsözü, 1931.

Faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluk tabiidir.

İmza: Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 22 Mayıs 1932.

Alman başvekili Hitler diyor ki: "Türkiye'de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safında bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır. Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk Milleti ile Alman Milleti arasında sempati çok kuvvetlidir."
 
İmza: Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 16 Temmuz 1933.

Engin Ardıç, "Kurban kavurması" başlıklı makale, Sabah Gazetesi, 18 Kasım 2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

Bir asın bakalım, ne olacak...



Cumhuriyet devrinde ‘Kemalist’ değil, ‘İttihatçı’dır. İzmir Suikasti denilen meş’um hadisesiyle hiç bir ilgisinin olmadığını İsmet Paşa da “Hatıralarım’da anlatır. Fakat bu iğrenç suikast teşebbüsü muhalefet yapabilecek isimlerin ‘temizlenmesi’ için kullanılır. Cavit Bey, korkunç bir haksızlıkla, 26 Ağustos 1926’da idam edildi.

Suçsuzluğundan ve beraat edeceğinden o kadar emindir ki, ancak bir kaç satır yazılmasına izin verilen eşine, çıktığında okumak üzere uzun mektuplar yazmıştır, bu mektuplar, oğlu Şiar’ın önsözüyle Liberte Yayınları tarafından “Zindan’dan Mektuplar” adıyla yayınlanmıştır.

İki yaşındaki oğlu Osman Şiar’a yazdıkları da İletişim yayınları tarafından “Şiar’a Mektuplar” adıyla yayınlandı..

Duygulu, içli, gözyaşlarıyla ve adalet çığlıklarıyla dolu, edebi değeri yüksek mektuplardır.

Cavit Bey’in idamını Takrir-i Sükun döneminin olağanüstü şartlarına bakarak değerlendirmek gerekir. Metin Toker, İsmet Paşayla On Yıl kitabında şöyle yazar:

“İyi bir bilenden işittiğim hikayeyi anlatayım. İzmir suikastinden sonra Maliye Vekili Cavit Bey, Selanikli ve dünyanın sarraflarıyla, mali çevreleriyle ilişkileri sıkı. Bunlar ve Türkiye’deki yakınları bir kampanyaya girişmişler: Cavit Bey idam edilemez, zira Cavit Bey eğer idam edilirse bütün garp alemi, farmasonlar, bankacılar Türkiye’nin aleyhinde cephe alırlar! Propaganda Mustafa Kemal’e kadar aksettirilmiş, Gazi düşünmüş ve şöyle demiş:

“- Bir asın bakalım, ne olacak...”

Taha Akyol, Milliyet Gazetesi, 25 Ekim 2010

Tabutuna haciz konmuştu

Geçen hafta son padişah Sultan Vahideddin’in enkaz üzerine tahta oturduğu ve bu şartlarda Anadolu hareketini başlattığı anlatılmıştı. Padişah, Anadolu’daki mukavemet hareketlerini bir elden sevk ve idare ederek, bunu düşmanlara karşı bir koz olarak ileri sürmeyi ve bu sayede avantajlı bir sulh yapabilmeyi umuyordu.

SULTANAHMED’DE ASACAĞIZ!

Anadolu’da birbiri ardına zafer haberleri geliyordu. Muzaffer Ankara artık başka bir otoritenin altında hareket etmeye niyetli değildi. Malta sürgününden dönen İttihatçılar Anadolu’ya geçerek burada tekrar hâkimiyeti ele geçirmeye başlamıştı. Nihaî zaferin kazanılmasından iki ay sonra Rıza Nur’un saltanatın kaldırılması hakkında Ankara’daki meclise verdiği kanun teklifi reddedildi. Bunun üzerine 1 Kasım 1922 günü Kemal Paşa “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” meâlindeki tarihî konuşmasını yapınca muhalif mebuslar “Biz hâdiseyi başka açıdan değerlendiriyorduk. Şimdi aydınlandık” dediler. Kanun sadece (1926’da asılan) Lâzistan Mebusu Ziya Hurşid‘in muhalefetiyle kabul edildi.

Padişaha içeriden ve dışarıdan gelen baskılar dayanılmaz bir hâl aldı. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Kanun-ı Esasî gereğince padişah hükûmet icraatından mes’ul olmadığı hâlde, her kötü işin sebebi olarak görülüyordu. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Nitekim Kırşehir Mebusu Yahya Galip padişaha “İstanbul’a geldiğimizde seni Sultanahmed Meydanında asacağız. Karılarını kızlarını da askerlere vereceğiz” diye telgraf çektiğini yıllar sonra neşredilen hatıralarında itiraf etmiştir. O arada Nureddin Paşa, Ali Kemal Bey’i linç ettirdi; padişaha da böyle yapacağını açıkladı.

Bu esnada Ankara meclisi padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Padişah can ve ırzının emniyette olmadığını anladı. Siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Sonradan “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” diyerek kendisini müdafaa etmiştir. Nihayet saltanatın kaldırılmasından iki hafta kadar sonra, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı Malaya adlı İngiliz kruvazörü ile şehri terk etti. O zaman İstanbul işgal altında olup, bunun haricinde bir vasıta ile seyahate çıkmak zaten mümkün olmadığından İngiliz gemisiyle gidişini tenkit etmek yersizdir. Ankara padişahtan kurtulduğuna çok sevindi.

Yanında oğlu ve yakın bendegânıyla Malta’ya çıktıysa da İngilizlerin niyetini anlayarak buradan Mısır ve Hicaz‘a gitti; ama fazla kalamadı. Padişahken yaşadıklarını anlatan iki beyannâme neşretti. Gençliğinde İstanbul’a gelen ve o zamanlar veliahd olan Vahîdeddîn Efendi’den yakın alâka gören İtalya Kralı Vittorio Emanuele vefâ göstererek kendisini İtalya’ya davet etti. Padişah 1923 senesinde San Remo şehrine yerleşti. İçinde düştüğü büyük sıkıntıya rağmen, kendisine bir generalini göndererek, yardımcı olmak ve saraylarından herhangi birini tahsis etmek isteyen Kral’ın teklifini, “Ben bütün Müslümanların ruhanî reisiyim. Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dinimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni meneder” diyerek kibarca geri çevirmişti.

Padişah memlekete dönmekten artık ümidini kesmişti. Burada acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926 günü yatsı namazını müteakip geçirdiği kalp krizinden vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Selimiye Câmii hazîresine defnedildi. Vefat haberini, Adana’da bir akşam yemeği sırasında, Roma büyükelçisinin telgrafından öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal’in, “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi sarayın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...” demekten kendisini alamadığı söylenir.

YAPARSA O YAPAR!

Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid’in en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi. Babası gibi Nakşî olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Hatta vefatı üzerine şeyhin bastonunu hatıra olarak almıştır. Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 10 Kasım 2010

Son Padişah tahtını nasıl kaybetti?

Saltanatın kaldırıldığı tarih 1 Kasım 1922’dir. Böylece 6 küsur asırlık bir devlet maziye gömülüyor, onun mirası üzerinde yeni bir rejim kuruluyordu. Artık bir hükümdar bulunmadığına göre bu rejimin adı cumhuriyet idi. O halde cumhuriyetin ilânı 29 Ekim değil, 1 Kasım demektir. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan bu gün tahtını kaybeden hükümdar da tarihin en münakaşalı şahsiyeti hâline gelmiştir.

BİR ENKAZIN ÜZERİNE OTURDU

Sultan Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid‘in oğullarının en küçüğüdür. Üç aylıkken annesini ve bir ay sonra da babasını kaybetti. Şehzâde iken, yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu. İttihatçılara şiddetle muhalifti. Onların memleketi felâkete sürüklediğini görüyordu. Bu sebeple İttihatçı erkânı şehzâdeyi devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara ortadan kaldırmaya teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine tahta çıktı. Osmanlı Devleti’nin son kılıç alayı 31 Ağustos’ta tertiplendi.

Ancak bu sıralarda Cihan Harbi’nin korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandı. Mağlubiyetin vesikası olan bu mütârekeyi imzalayan Rauf Bey (Orbay) ve diğer delegeler saraya arz-ı tazimat için geldiklerinde, padişah kendilerini kabul etmedi. Memleketi harbe sokan İttihatçı reisleri mütârekeden hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Sultan Vahîdeddin’in elinde ancak düşmana teslim olmuş ve milletin sefalet içine düştüğü bir ülkeyi idare etmek kaldı.

PAŞA! DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!

8 Şubat 1919 tarihinden itibaren düşman askerleri memleketi işgale başladı. Fiilen işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan padişah, bir kısım yakınlarının “Dünyaya karşı harb edilemez!” sözüne aldırmayarak Anadolu’da teşkilat kurmak üzere bir başkumandan göndermeyi kararlaştırdı. İttihatçı muhalifi üst rütbeli Palabıyık Ziyâ Paşa ve Çerkes Ferid Paşa buna dair teklifi özür dileyerek reddetti. Bir ara kendisi Anadolu’ya geçmeyi düşündüyse de, İngilizlerin, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Yunanlılara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız” tehdidi üzerine vazgeçti.

İngilizler, mütârekenin tatbikini yerinde teftiş etmek üzere Anadolu’ya bir müfettiş gönderilmesini istediler. Padişah bunu fırsat bilerek, İttihatçılarla arası açılmış bulunan ve kendisine gösterdiği sâdıkâne ve mültefit tavrıyla öne çıkan yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı saraya çağırdı. Paşa, İttihatçı aleyhtarlığı sebebiyle İngilizlerin kabul edebileceği nâdir isimlerdendi. Üstelik bu vazifeye uygun üst bir rütbedeydi. Nutuk’ta anlatıldığına göre kendisine, “Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsiniz” dedikten sonra, 9. Ordu Müfettişi olarak, fevkalâde geniş salâhiyet ve malî imkânlarla Anadolu’ya gönderdi. Vazife yazısını Sadrâzam Ferid Paşa’nın imzaladığı Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da İngiliz işgali altındaki Samsun’a çıktı. Vatanseverlerin tertiplediği kongrelere delege olarak katıldıktan sonra Ankara’ya gelerek burada bir meclis topladı ve geçici bir hükûmet kurdu. Burada İstanbul hükûmetiyle iş birliği içinde çalıştı ve meclisin bütün gayesinin padişahı fiilî esaretten kurtarmak olduğunu her fırsatta deklare etti.

İNGİLTERE’NİN YEGÂNE MAKSADI

Padişah bundan sonra İstanbul’daki işgal kuvvetlerini oyalamak ve Anadolu’daki mücadeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyasî gayretler içine girdi. El altından milleti teşvik ederek Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay yolladı. Mektepler, mescidler yollama memurluğu hâline geldi. İstanbul câmilerinde zafer müyesser olması için Kur’an-ı kerîm ve mevlidler okutturdu. Bunları görüp sarayı sıkıştıran işgal kuvvetlerine, “Benim haberim yok. Bunları önleyeceğim” diyordu. Hatta onları inandırmak için Kuvvâ-yı İnzibâtiye’yi kurdu. Bu kuvvetlere el altından Anadolu’daki harekete katılma emri verildi. İzzet, Ali Rızâ, Sâlih, Tevfik Paşa gibi Anadolu hareketini açıkça destekleyen sadrâzamlar vazifelendirildi. Zaman zaman İngiliz baskısını tolere edebilmek üzere Damat Ferid Paşa gibi İngiltere’ye yakın bir diplomatı sadrâzam yapmak mecburiyetinde kaldı.

İstanbul’da toplanan Osmanlı Meclis-i Meb’usânı, vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına dair meşhur Misak-ı Millî’yi kabul edince, İtilâf Devletleri meclisi dağıttı. Padişah, şahsını korumak için bırakılan 700 kişilik maiyyet-i seniyye kıt’asını Ayasofya etrafında mevzilendirip câmiye çan takmak isteyenlere ateş emrini verdi. 11 Mayıs 1920’de paraf edilen Sevr Muâhedesi’ni bütün baskılara rağmen imzalamadı. Böylece karşı devlet reisleri de imzalamadı ve anlaşma hükümsüz kaldı. Bu arada dünyanın çeşitli beldelerinde yaşayan Müslümanlar, bilhassa Rusya ve Hindistan Müslümanları, halifeye olan hürmetleri sebebiyle Anadolu’daki mücâdele için aralarında külliyetli yardım toplayıp gönderdiler. Fakat İngiltere de halifeliği kaldırarak Müslüman halkın yaşadığı sömürgelerindeki nüfuzunu kırabilmek için padişah aleyhine çalışmaktan geri kalmıyordu.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 3 Kasım 2010